Haberler
Milliyetçi Hareket Partisi
print this page
Latest Post

BAŞBUĞ'UN ÖZLÜ SÖZLERİ



Hepiniz birer Türk Bayrağı'sınız. Bayrağı lekelemeyin, kirletmeyin yere düşürmeyin.

Bölünme kabul etmez, kutsal bir bütün halinde Büyük Türkiye'yi yeniden inşa edeceğiz.

Emirlere mutlak itaat lâzımdır. Laubali, gevşek, disiplinsiz, metotsuz kimselerle dâvamız yürümez. Her şeyde örnek olmak lâzımdır.

Millî kalkınmamızı gerçekleştirmek, her Türk ferdini hür yapabilmek için Türk Milletini yeniden kurmak zorundayız. Vatandaşlarımız arasında parti, mezhep, ırk ve bölge farkı gözetmeksizin karşılıklı sevgi ve saygıya dayanan bağlar dokuyacağız.

Başarı için muntazam plânlı çalışma yapmak lâzımdır. Son nefesimizi verinceye kadar çalışacağız

Cesaret, yüreklilik, atılganlık olmayan hiçbir dâva başarıya ulaşamaz.

Alınan görevleri yapmak ve yapıldığını takip etmek lâzımdır. Millet hayatında başarı devamlılığa bağlıdır.

Kendinizi küçük görmeyiniz. Sizler büyük kuvvetsiniz. Vazifenizi hiçbir zaman unutmayınız. Kuvvet birliktir. Dâvamızın geleceği birliktedir. Birlik, beraberlik içinde olmaktır.

0 yorum

BAŞBUĞ'un ardından.




DEĞERLİ DEVLET ADAMI

RAHMETLİ ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN ARDINDAN ...
Rahmetli Türkeş’i tanımak, onunla aynı idealleri, fikirleri ve heyecanı paylaşabilmek bir Türk aydını için en büyük şereftir. Kendisini 1960’lı yılların sonlarında tanıma şansına sahip oldum. Meslektaşım ve ağabeyim rahmetli Prof. Dr. Mehmet Eröz ile yine Allah’ın rahmetine kavuşmuş olan idealist insan Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu’nun bu tanışmada büyük payları olmuştur. O tarihlerden bugüne çok çileli, inişli, çıkışlı günler geçirmesine rağmen, rahmete kavuştuğu ana kadar davasına ve Türk Dünyasına olan kalbi bağlılıktan, Türk milliyetçiliğinin bayraklaşan ismi ve lideri olmaktan bir an bile uzak durmamıştır. Aslında O, devletin yapması gereken bir kamu hizmetini yerine getiriyordu : Türk gençliğine sahip çıkmak, ona rehberlik yapmak ve geleceğin teminatı olan gençleri Türklük aleyhine faaliyet gösteren mihraklardan uzak tutmak için gerekli uyarıları yapmak ve onlara milli kimliklerini hissettirmek.
Bu ulvi gaye ve hizmet yolunda kendini etnik özürlü gören, Türk milletine mensup saymayan, zihinleri aşırı sol ideoloji ile işgal edilmiş ve dondurulmuş çevrelerce devamlı saldırılara, haksız ithamlara hedef oldu. Türk toplumuna kendisi ve Türk milliyetçileri demokrasi düşmanı şiddet yanlısı ve aşırı uç olarak takdim edildi.Bu şekildeki bir takdim bazılarının belki siyasi çıkarlarına ve siyasi geleceklerine hizmet ediyordu ama, Türkiye’nin menfaatleri ile taban tabana zıttı. Yeri geldiği zaman kendisine demokrat sıfatını uygun gören, ancak içlerine bir türlü demokrat olmayı sindirememiş bazı yazarlar, siyasiler ve bazı özel kanal programcıları hep rahmetli Türkeş’i kötülediler ve karalamak istediler. Bunların bir kısmı ise bugün gerçekler önünde mahcup oldular ve partiler üstü bir politika izleyen, milli endişe ve hassasiyete sahip, demokrasiyi mutabakat ve işbirliği olarak anlayan bu büyük insanın manevi huzurunda adeta, günah çıkarmakla dikkat çeker oldular. Peki Türkiye’nin günahı neydi? İnsanları neden yanlış kamplara sürüklediniz? Türk milliyetçiliğine dost olacak insanları düşman haline getirdiniz ve kendi toplumu ile, kültürü ile yabancılaştırdınız. Eğer, geç bile olsa, bugün bu soruların cevabı bazılarınca doğru olarak ortaya konmak eğiliminde ise, bu gelişme bile ülke için bir kazançtır.
Rahmetli Türkeş Türkiye içinde ve dışında, Türk Dünyasında Türklük ailesinin "aile reisi" idi. Bundan dolayı gerek Azerbaycan’da, gerek diğer Cumhuriyet ve Türk topluluklarında resimleri milli liderlerle beraber duvarlara asılan insandı. Türk Dünyasını ayağa kaldıran ve "Dünya Türklüğünün Zaferi" davasını siyasi alanda da kucakladığı için ismi ölümsüzleşmiştir. Sovyetlerin milliyetler politikasını parçalayan bir mücadele adamıydı Sayın Türkeş. Yıllardır Türk olmadıkları konusunda telkinlere maruz kalan kardeş Türk ülkeleri 1980’li yılların sonlarında bu yanlışı daha iyi anlar hale geldiler. Maalesef bazı tepedeki devlet adamlarımıza rağmen Dünya bloklaşırken, globalleşmeyi tartışırken, kimsenin Türk Dünyasının kültürel, sosyal ve ekonomik işbirliğinden kuşku duymaması gerektiğini haykıran ve bunu hemen, hemen her "Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı"nda dile getiren yine rahmetli Türkeş idi. Kendisi, kendini Türk olarak hisseden herkesin tabii lideri idi. Bilhassa son senelerde büyük ilgi görmesi, büyük ölçüde Türk kimliğine sahip çıkmasından, etnik ve mezhep tuzaklarına karşı toplumu uyarmasından ve milli birlik ve bütünlüğümüz konusundaki tavizsiz, hassas tutumundan kaynaklanmaktadır. Türkiye ve Türk Dünyası ciddi, vakur, mutabakat arayan milli menfaati ön plana çıkaran Devlet adamı tipini Sayın Türkeş’de buluyordu. Çünkü kendisi tesadüflerle politikaya soyunmuş, her şeyi dolarla ölçen "Türk dediğin nedir ki" diyebilecek kadar alçalan bir devlet başkanı tipinden çok, çok uzaktı. Ancak, Türkiye maalesef bu çizgide olan devlet adamlarını ve Cumhurbaşkanlarını gördü.
Türkeş’e göre, en kötü demokrasi, demokrasi dışı rejim örneklerinin hepsinden iyidir. Buhran dönemlerinde rejimin korunması ve güçlendirilmesi yolunda gönüllü olarak ortaya çıkışı, siyasetin kamplaşma değil, uzlaşma ve mutabakat yollarını açabilme, birbirine tahammül edebilme sadece şikayet değil, çözüm üretebilmek olduğunu göstermek içindir. Bir siyasi partinin varlık sebebi ve gerekçesi, kendisine muhalif bir partinin veya partilerin bulunmasında aranmalıdır. Bir fazilet rejimi olan demokrasi, hem iktidara hem de sorumlu muhalefete ihtiyaç duyurur. İşte, sorumlu muhalefet nasıl yapılır sorusunun cevabını kendisine yıllarca faşist diye saldıran psikopatlara karşı bizzat Türkeş vermiştir. Son senelerde tavır ve düşüncelerinde değişmeler olduğu iddialarını ortaya atanlar, kendi yanlışlarını ve yanılgıların gizlemek ihtiyacını duyanlardır. Türk milliyetçilerine 1940’lı yıllarda, ne de 70’li ve 80’li yıllarda yanıldılar. Kendilerinin değiştireceği ne bir cümle ne de bir paragraf var. Tarih onları haklı çıkardı. Ancak, bazıları bu ülkeye zaman kaybettirdi, kaynak israf ettirdi ve bazı gençlerimizi yanlış adreslerde kurtuluşu arar hale getirdi. Oysa çözüm ve reçete mutlaka içeride insanların birbirinin boğazına sarılmasından ve sınıf çatışmalarından, pratiği gelişmemiş teorik iddia ve ideolojilerden geçmiyordu. İnsanlık tarihi milli menfaat çatışmalarının ve inancın, imanın gönüllerden silinememesinin tarihi idi. Milli şuur ve Türkiye sevgisi Türk milliyetçilerine 1990’lı yıllarda mutabakatları geliştirmeyi, milli birliği güçlendirmeyi emrettiği için onlar barışçı, özverili ve hoşgörülü bir tavırla zihinlerini kavgadan yana koyanları uyandırmak istiyorlardı. Onları yanlış anlamada ısrar edenlere rağmen...
Türkiye’nin sosyal yapısının siyasete akseden bir yanı da karizmatik lider arayışıdır. Bu bakımdan, birçok lider ve siyasetçide karizmatik özelliklerin bulundu?u varsayılır veya o kişiler böyle tanıtılır. Oysa Türkeş’in böyle varsayımlara ve yakıştırmalara ihtiyacı yoktu. Siyasi tarihi iyi bilen, tecrübeli ve bilgili ve liderlik özelliklerine sahip bir kimse olarak siyasette gündemden hiç düşmeyen niteliği ile farkları anlaşılan bir liderdi. Başında bulunduğu MHP’nin siyasi tesirliliğinin aldığı oyla mukayese edilemeyecek ölçüde olmasında bu karizmatik özellik ortaya çıkmaktadır.
Rahmetli Türkeş’in yurt dışında yaşayan, bir zamanlar çalışmak için Avrupa ülkelerine giden Türklerle ilgisi devamlı olmuştur. Bu ülkelerde artık "misafir işçi" olmaktan çıkıp ev sahibi ülkelerin "etnik bir unsuru"haline gelen vatandaşlarımızın çeşitli meseleleri ile sık, sık ilgilendiğini biliyoruz. Nitekim, yurt dışında yapılan kurultaylar, açık oturum ve konferanslar bunun bir örneğidir. Bugün bu faaliyetlere zaman, zaman katılmış olmaktan da mutluluk duyuyorum.
Teröre "Kürt Sorunu" olarak bakıp onu başka amaçlar için kullanmak isteyenlerin, bölücü terörü Kürt sorunu olarak takdim ettikleri bilinmektedir. Her Türk vatandaşına karşı olan bölücü terörün etnik bir kimliğe büründürülerek ortaya konmak istenmesi, başta Türkeş olmak üzere, Türk milliyetçilerinin dikkatini çekmiştir. Türkiye’nin bir terör sorunu olduğu, bir kürt sorunu olmada yeterli ve haklı gerekçelere dayanılmadığı sık, sık ifade edilmiştir. Rahmetli Türkeş silahlı bölücü terör çeşidine olduğu kadar, Türkiye’yi, Türk kültürünün hakim kültür olmaktan çıkarıldığı, coğrafyanın vatansızlaştırıldığı bir mozaik veya çok kültürlülük şeklinde ele alınmasına dönük silahsız bölücü teröre de karşı idi.
MHP Türk siyasetinde yeri doldurulamaz ve farkı her yönden kendini belli eden bir siyasi okuldur ve önemli bir hareketin ismidir. Merkez sağ partilerin çözüm olamayacağı görüşlerinin yaygınlaştığı bir dönemde, bu partilerden MHP’ye doğru bir kayma beklenebilir. Merkez sağ partilerin Türkiye’nin bugünkü siyasi ortamında çekiciliği donmuştur. Böyle bir ortamda nehri ters tarafa akıtmaya çalışmak ve bunun için boş gayretler göstermek yerine, sağ olarak ifade edilen yelpazenin belirli bir kısmında gerçekleri görerek, MHP gerçeğini hesaba katarak politika yapmak, herhalde "MHP’den bize ne gelir" gibi boş hayallerle uğraşmaktan çok daha doğru olabilir. Sağ kitle partilerine düşen görev, yanlış karta kumar oynamak değil, ileride doğabilecek siyasi işbirliği imkanlarını bugünden ortadan kaldırmamak olmalıdır.
Yayınlanan eserlerim dolayısıyla daima ilgi ve desteğini gördüğüm, her bir hitabıma teşekkür mektubu gönderme nezaketini gösteren Türkün ölümsüz Başbuğ'una Yüce Allah’tan rahmet diliyorum. O bir bayraktı, yaşayacak ve yaşatılacak. Ne mutlu çizgisinden hiç sapmadan onu sürdüre bilenlere .... Ne mutlu şehitlerimize layık olabilenlere....
PROF. DR. MUSTAFA ERKAL 
İ.Ü. İKTİSAT FAKÜLTESİ


BOZKURTLARIN DOĞUMU
Belki siz üzülerek hatta gözyaşı dökerek takip ettiniz; ama ben, Alparslan Türkeş’in cenaze merasimini, başından sonuna kadar derin bir huzur duyarak, sevinerek yüreğime işledim. Türkiye çapında müthiş bir hadise olan o mübarek günü kırk ayrı noktadan ele alarak yazmak, anlatmak lazım.
"Doğmak ölmek içindir" "Dünyaya gelen her can, elbette ölümü tadacaktır." Benim sevincim, huzurum, elbette ki Alparslan Türkeş’in vefatına değildir. Benim sevincim Türkiye’de, Bozkurtların dirilişini görmekten kaynaklanıyor. Türk-İslam ülküsüne bağlı bir milyon gencin Ankara’nın o dondurucu soğuğuna ve durmadan yağıp duran karına rağmen, Türkeş’in cenaze namazına büyük bir vakarla, sabırla ve inançla katılmaları bana göre bir destan güzelliğindedir. Uzun yıllardan beri tekbirle, salavatla ve Kur’an tilavetiyle bir cenaze kaldırmamıştık. Milletimize aşk derecesinde bağlı olan bir Başbuğu milletimizin gelenekleriyle ahirete uğurlamaktan daha güzel ne olabilir?
Türkeş’in cenazesinde bando yoktu. Yirmibirinci yüzyıla girdiğimiz bir zamanda, devletimize - milletimize hizmet eden kimselerin hala Şopen’in ölüm marşıyla kaldırılmaları, bana bir zulüm gibi geliyordu. Ölülerimizi ikinci bir defa daha öldürdüğümüze veya ruhlarını çarmıha gerdiğimize inanıyordum. Millet, eğer kültür birliğiyse ve bütün müspet ilimlerde bunu böyle kabul ediyorsa, biz cenaze merasimlerimize bile, neden Batının geleneklerini, göreneklerini bulaştırıyoruz?
Türkeş’in cenazesinde alkış da yoktu. Bizim ruh kökümüzden kopanlar veya insanların ölümle, bir ot gibi, bir böcek gibi çürüyüp, yok olup gideceğini sananlar, cenazelerini toprağa alkışlarla bırakıyorlar. Ne kadar garip.
Biz, bin yıldan beri ölülerimizi tekbirlerle, salavatlarla, dualarla kaldırıyorduk. Türkeş’in vefatı, bize Türk’ün cenaze merasiminin nasıl yapılacağını bir kere daha gösterdi.
Türkeş’in cenaze merasiminde devlete başkaldırma, sola-sağa saldırma da yoktu. Gençler vakarla hareket ettiler.
Bütün bu güzellikler dışında, Türkeş’in cenaze merasiminde ben, Bozkurtların yeniden doğrulduklarını, dirildiklerini gördüm.
Yıllardan beri, Türkiye’de "Bozkurt Destanı"na diş gösterenler, hatta bu güzel efsanemize utanmadan bir de kafirlik kaftanı giyindirenler o cenaze merasiminden sonra utanmış olmalıdırlar.
Bizim bir atasözümüz var : "At murattır!" demişiz. Biz atı, avradı, pusatı asırlarca namusumuz gibi bilmişiz. Atın, evlerimize bereket getirdiğine inanmışız. Bu, hem Türklüğümüzden hem de Müslümanlığımızdan doğan bir inanç! Türkler, Müslüman olmadan önce de ata çok değer vermişlerdi. "Kuşa kanat, Türk’e at gerek" demişlerdi. Türkler, atı ehlileştiren ilk millet olmuşlar. Türkler, Müslüman olduktan sonra içtimai hayatımızda atın değeri daha çok arttı. Çünkü sevgili Peygamberimizi Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya bir at götürdü. Anadolu’da, bilhassa köylerde ve kasabalarda, bazı evlerin kapılarına at nalları çakılıdır. Atı çok seven, hatta ata kutsiyet giyindiren Müslüman Türk, o at nalının kendisini türlü kötülüklerden koruyacağına ve evine bereket getireceğine inanmaktadır.
Atı çok seven Müslüman Türk’e, hangi idraksiz ve insafsız adam kalkarak yanlış bir yafta yapıştırabilir?
"Türkler ata tapıyorlar!" diyebilir?
Çocukluk yıllarımda güvercinleri çok severdim. Evimizde güvercin beslemek isterdim. Şuradan buradan bulup getirdiğim güvercinlere annem izin vermezdi :
- Bu kuşu götürüp bırakacaksın "Havaya atarken de : "Azat - buzat!" Bana cennet kapısından bir tas su uzat!" diyeceksin derdi.
Annem, güvercinleri ve örümcekleri mübarek bilirdi. Evimizin şurasında burasında peydahlanan örümcekleri avuçları arasına bismillah larla alır, götürür bahçemizin bir köşesine bırakırdı. Ve bize derdi ki :
"Peygamber efendimiz müşriklerden kaçınca bir mağaraya saklandı. Onun saklandığı mağara kapısına örümcekler ağ kurdular. Bir güvercin gelip o ağ üzerine yuva yaptı. Müşrikler o mağaranın önüne kadar geldikleri halde içeriye girmediler. Çünkü örümcek ağını ve güvercini görünce mağaraya kimsenin sokulmadığını düşündüler.
Aman örümcekleri öldürmeyin! Aman güvercinleri yakalamayın" Annem beş vakit namazında, niyazında, çok Müslüman bir kadındı. Şimdi kim benim annemi bu düşüncelerinden ötürü müşriklikle veya inkarla suçlayabilir.
İslam inancının milletimize kazandırdığı özellikler-güzellikler yanında, bir de Türk tarihinden, eski Türk efsanelerinden, destanlarından doğan geleneklerimiz, göreneklerimiz, duygularımız var.
Bizim, İslam öncesi destanlarımızdan biri de Bozkurt destanıdır. Belki de beşbin yıllık bir inanışımıza göre, ecdadımız, etrafı sarp kayalarla çevrili Ergenekon isimli yurttan, yeni ufuklara doğru çıkmak isterlerken, bir Bozkurt onlara yol göstermiştir.
Türkler Müslüman olduktan sonra da bu destanlarını söyleye gelmişlerdir. Bozkurt sadece bir semboldür. Yol göstericidir. Cesarettir. Ümittir, istikbaldir. Bugüne kadar hiçbir Türk’ün evinde, bahçesinde bozkurt beslediğini veya bozkurda secde ettiğini ne gördüm, ne duydum, ne okudum.
Türkler Müslüman olduktan sonra o Ergenekon Bozkurdu na da İslam’ın ışığını gösterdiler. Onunla da heyecanlandılar ve kendilerine güven duydular. Gençler, ellerini bir bozkurt kafası gibi şekillendirerek : "Ya Allah! Bismillah" Allahu ekber !" diye haykırdılar. Tekbirler çektiler. "Kanımız aksa da zafer İslamın!" dediler.
Destansız, türküsüz, masalsız, şarkısız, oyunsuz, tarihsiz, sanatsız, dinsiz ve dilsiz bir millet olmaz!
Türkeş’in cenaze merasiminde bizim kültür değerlerimizi yeniden canlı ve heyecanlı görmek beni sevindirdi. Bana ümit verdi. Milletimize, devletimize, vatanımıza şuurla bağlı olan bir milyon Bozkurdun doğumuna şahid olmak, benim için unutulmayacak bir ihtişamdır. Milletime hem baş sağlığı diliyorum hem de gözün aydın diyorum.
YAVUZ BÜLENT BAKİLER 
12 NİSAN 1997 - TÜRKİYE GAZETESİ
0 yorum

BAŞBUĞ'umuzun hayatı.


Yıl 1860 Orta Anadolu'da, Kayseri'nin, Pınarbaşı ilçesi'nin Yukarı Köşkerli Köyünde meskun Avşar Obalarından Koyunoğlu ailesi bir toprak meselesi yüzünden kavgaya girişince Sultan Abdülaziz'in fermanıyla Kıbrıs’a sürgün edilir.
Yıl 1917 ve Kasım’ın 25'i, öğle vakti.. yer, Lefkoşe. Haydarpaşa Mahallesi Kirlizade sokağı 13 numaralı mütevazi evde, Kıbrıs’a yerleşen Koyunoğlu soyuna mensup Tuzlalı Ahmet Hamdi Bey ve esi Fatma Zehra Hanimin Ali Arslan adini verdikleri oğulları dünyaya gelir.
Yıl 1921 ve 4 yıl 4 ay 4 günlük Ali Arslan, annesi tarafından yıkanır, yeni elbiseler giydirilir ve devrin âdetince fesi mücevherler ile süslenerek Sarayönü ilkokul'una (Sıbyan Mektebi) gönderilir. Sarıklı ve mübarek bir Osmanlı Uleması olan Hoca Efendi'nin dizi dibine çöken Ali Arslan'ın ağzından çıkan ilk söz bir euzü besmeledir. Ey Rahman ve Rahim olan Allah’ım, annem beni yetiştirdi bu mektebe yolladı, okuyup yetişip, milletime hizmet etmek istiyorum dermişçesine bir besmeledir, Ali Arslan'ın ağzından dökülen..
Birbirinin ardısıra gelen ilkokul ve Rüştiye yılları ve her biri birbirinden daha değerli Hüsnü Bey, Selahattin Bey, Mehmet Asim Bey, Ragıp Tüzün Bey, Turgut Bey, Osman Zeki Bey ve Faiz Kaymak gibi Türklük ve Türkçülük şuuruyla bilenmiş birer hançer olan hocalarından feyz alır. Onlar Ona müfredatın yanısıra Kıbrıs Türklerinin yalnız olmadığını Devlet-i âli Osman bakiyesi hür ve müstakil Türkiye'nin yanısıra yeryüzünde kendileri gibi bahtsız esaret altında milyonlarca Türk olduğunu da öğretirler. Dahası Osman Zeki Bey Ali Arslan'ın adini adeta senin adin "Alparslan olsun" ve Sultan Alpaslan'a denk bir yiğit Türk ol, diyerek değiştirir.
Küçük Alparslan’ın doğup, yetiştiği o yıllarda, Piyale Pasa yadigârı Kıbrıs, sevgili Yeşilada'mızın tamamı İngiliz işgali altındadır ve Türk'ün istiklâlini kaybetmesinin ne demek olduğu Onun ruhunun derinliklerine şuurunun uyanmağa başladığı günden, çocukluk yıllarının başlangıcından başlayarak siner. O her gece Türkiye'ye gidip asker olmayı ve gelip ata-baba ocağını kurtarmanın düşüyle uyur, uyanır.
Yıl 1933 ve Alparslan’ın artik işgal altında, esaret altında yasamaya dayanacak gücü kalmamıştır. Babası Ahmet Hamdi Bey'i ve Annesi Fatma Zehra Hanım’ı ikna eder, aile mallarını satıp savar yanlarında oğulları Alparslan ve kızları Dervişe olduğu halde, ak toprakların, hür toprakların, Türk'ün Türk olduğundan utanmadığı, boynunun eğik olmadığı toprakların, anavatanın, Türkiye'nin yoluna düşerler; Viyana vapuru ve.. ver elini İstanbul...
Ailesi İstanbul’a yerleşince Alparslan’ın ilk isi Kuleli Askeri Lisesi'ne kayıt olmak olur. Artık O yüreğinin Onu çağırdığı yerde ve düşlerinin peşindedir. O düşlerini düşleyen başkaları da vardır İstanbul’da... Derlenip toparlanmışlar, Türklük, Türkçülük ülküsünün O bir daha hiç inmeyecek olan bayrağını açmışlardır. O Yüce Dilek, O aziz Ülkü, O muhteşem düşler, özellikle, bir Ülkü devi olan Atsız Hoca’nın can evinde, ocağında pişer ve sohbetlerle, şiirlerle, dergilerle, romanlarla mektuplarla Türk aydınlarının gönlüne cemre cemre düşmekte ve yayılmaktadır. Onlarla tanışır, buluşur, Alparslan Türkeş.
Yıl 1936 Kuleli Askeri Lisesi'ni pekiyi derece ile asteğmen olarak bitirince Ankara ve Harp Akademisi yılları baslar. 1938'de Harbiye'den mezun olur, artik O Türk Ordusu'nun genç bir teğmenidir ve Türk Milleti'nin emrindedir.
Yıl 1940 Isparta'da gönlünü Muzaffer Ana'ya kaptırır ve evlenirler. Ayzit, Umay, Selcen, Sevenbige (Çağrı) ve Yıldırım Tuğrul adli çocuklarla çiçeklenir bu evlilik ve bozkurtların Muzaffer Ana’sının 1974 yılında elim kaybından sonra 1976 yılında, Sevâl Hanım’la yaptığı ikinci evliliğinde de Tanrı Onu Ayyüce ve Ahmet Kutalmış adli iki evlât daha vererek sevindirecektir.
Yıl 1944 3 Mayıs.. Ankara'da eski tabirle bir nümayiş yani gösteri veya yürüyüş vardır. Türk'ün, Türklüğün ölmediğini, ölmeyeceğini ve yükselen Türkçülük bayrağının bir daha hiçbir şekilde inmeyeceğini gösteriyorlar. Hem dosta hem düşmana... hem devlet hizmetindeki gafillere hem de yurda sızmaya çalışan hainlere, Asya bozkırlarında yaratılan bozkurt soyluların bozkurt torunlarının, bir kaç çakalın günü birlik menfaatleri için göz yumdukları kızıl yılanın farkında ve onun başını ezme azminde olduklarını gösterirler.
Şâirin öz yurdunda garipsin, özyurdunda parya dediğince tutuklanır Türkçüler... Devrin dalkavuk iktidarının uyduruk nedenlerle açtığı Türkçülük-Turancılık Davası baslar. Türkçüler tabutluklara atılırlar, işkencelere uğrarlar. Türkiye'de Türk Milliyetçisi olmanın bedelidir bu... Genç Üsteğmen Alparslan Türkeş’te bunlar arasındadır. 20 Ekim 1944'te kendisini "vatan hainliği" suçlamasıyla sorgulayan mesnetsiz Savcıya "Diğer sanıklar gibi bana da vatan hainliği isnat edilmiştir. Bunu şiddetle redderim. Ben yeryüzünde her şeyden çok milletimi ve vatanimi severim." diye haykırır. Ancak mahkeme tarafından, 9 ay 10 gün hapis cezasına çarptırılır ve bir yıldır hücre hapsi yattığı için tahliye edilir. Kendisine verilen cezada daha sonra Askeri Yargıtay tarafından bozulur ve 2. numaralı mahkemede beraat eder. Bu onun Türk Milliyetçisi olduğu için zindanlara ilk atilisidir ve son olmayacaktır. Ülkücü olmak çileye talip olmaktır, nimete, ikbale değil. O da Türklük Ülküsü için zaman zaman şiddeti artan çileyi bir ömür boyu bir an bile tereddüt etmeksizin ve yakınmaksızın, çekmiş ve çile çekmeyi şeref bilmiştir.
Yıl 1947 Alparslan Türkeş ve 15 diğer Türk subayı, A.B.D. Kara Harp Akademisi ve Piyade Okulunda iki yıllık bir süre eğitim görürler. Bu arada ülkemizden Kars ve Ardahan civarıyla Boğazlardan üs talep eden Sovyetler Birliği’nin Komünizm maskesi ardına saklanmış, o eski ve değişmez "Moskofluğu" ayan beyan ortaya çıkar. Bu atmosferde yurda dönen Alparslan Türkeş Gelibolu ve Çankırı’daki görevlerinden sonra 1951 yılında Kurmaylık sınavını kazanır ve 1955 yılında Harp Akademisi'nden Kurmay Binbaşı olarak mezun olur.
Yıl 1955 dış görev için açılan sınavı kazanarak A.B.D. Pentagon'da NATO Türk Temsil Heyeti üyeliğine atanır. Bu arada ... Üniversitesinde Uluslararası Ekonomi eğitimi görür. 1957 yılında Türkiye'ye döner.
1959 yılında Almanya'ya Atom ve Nükleer Okulu'na gönderilir ve bu okulu basarıyla bitirir. O artik bir Kurmay Albaydır.
Yıl 1960, tarih 27 Mayıs öteden beri örgütlenen ve memlekette kardeş kavgasını önleyerek bazı reformlar yapmayı hedefleyen Milli Birlik Komitesi'nin ülke yönetimine el koyduğunu açıklayan bildiriyi radyodan okuyan kişi ve "ihtilâl'in kudretli Albayı”dır. Kurmay Albay Alparslan Türkeş ihtilâl hükümetinde Başbakanlık Müsteşarlığı görevini üstlenir. Bu vazifesi esnasında Devlet Planlama Teşkilatı, Devlet istatistik Enstitüsü ve Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü gibi kurum ve kuruluşları kurar.
Ancak Milli Birlik Komitesi arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle, 13Kasim 1960'ta Kurmay Albay Alparslan Türkeş ve "ondörtler" olarak bilinen arkadaşları Komite'nin diğer üyelerince emekliye sevk edilerek tasfiye edilirler ve zorla evlerinden alınıp yurtdışında görevlendirilmek suretiyle sürgün edilirler. O da 19 Kasım’da Türkiye'nin Hindistan Büyükelçiliği müşaviri sıfatıyla sürgüne gönderilir.
1961-62 1963 yılına kadar 2,5 yıl, yönetimi elinde bulunduranlarca Alparslan Türkeş’in Türkiye'ye dönmesine müsaade edilmez.
Yıl 1963 tarih 23 Mart Alparslan Türkeş sürgünden yurda döner.
Dava arkadaşlarıyla birlikte kadro oluşturup partileşmek amacıyla "Huzur ve Yükseliş Derneği" adli bir dernek kurar.
Kısa bir süre sonra Talat Aydemir'in giriştiği darbe teşebbüsüne karıştığı iddiası ile tutuklanır ve Mamak Askeri Cezaevinde dört ay hücre hapsinde yatar, yargılanır ve beraat eder.
Tarih 31 Mart 1965 saat 11.00 de Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ne katılır.
Tarih 1 Ağustos 1965 Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi Büyük Kurultay’ında Genel Başkanlığına seçilir. Aynı yıl yapılan genel seçimlerde Ankara milletvekili seçilir.
Yıl 1969 Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nin adi Milliyetçi Hareket Partisi amblemi de Üç Hilâl olarak değiştirilir. O yıl yapılan genel seçimlerde Adana milletvekili olarak seçilir.
İlki, 31 Mart 1975 -13 Haziran 1977 yılları arasında ve ikincisi de 1 Ağustos - 31 Aralık 1977 tarihleri arasında Süleyman Demirel başkanlığında kurulan koalisyon hükümetlerinde MHP Genel Başkanı olarak, Başbakan Yardımcılığı ve Devlet Bakanlığı yapar.
Ülkü Ocakları, Büyük Ülkü Derneği ve diğer mesleki örgütlenmeler baslar.
1968 Yılından itibaren Marksist ve bölücü gençlik hareketleri üniversitelerde yuvalanır ve üniversite özerkliğinden istifade ederek buraları silah, cephane deposu haline getirerek "Komünist Devrim" için üs haline koyarlar. Üniversiteler işgal altındadır. Her yer Lenin'in Stalin'in Mao'nun resimleri ve komünist sloganlarla doludur. Komünist yeraltı örgütleri "şehir gerillası" mı "kır gerillası" mi tartışmaları yapmakta okullara kendilerine tabi olanlardan başka hiç kimseye hayat hakkı tanımamaktadırlar. Bunun üzerine Başbuğ Alpaslan Türkeş toplanan çok az sayıdaki gence verdiği seminerlerle onları komünizm konusunda aydınlatmaya ve alternatif olarak da Türk Toplumculuğunu, Türk Milliyetçiliğini anlatır. Kısa zamanda çoğalan gençler örgütlenmeye başlarlar. Doktriner Türk Milliyetçiliği safhası başlamıştır. Türk Milliyetçileri Dokuz Işık, dokuz prensip etrafında toplanırlar.
Bu gelişmelerden rahatsız olan Türklük ve Türkçülük düşmanları özellikle de Komünist örgütler kendilerine okulda, fabrikada, köyde, kentte, dağda her yerde ama her yerde karşı çıkıp mücadele eden Ülkücü Hareket'e karşı savaş ilan ederler ve 12 Eylül 1980'e kadar 5000 civarında Ülkücüyü şehit ederler. Devlet'in zaaf içinde olduğu düşünülen "zinde güçlerdi bir şeylerin yani ihtilâlin şartlarının "olgunlaşması" için daha fazla kanın akmasını beklemektedirler.
Başbuğ için 1978, 1979, 1980 yılları bir çoğunu bizzat kendisinin yetiştirdiği binlerce ülküdaşının Komünist çetelerce katledildiğini gördüğü, kan ağlayan bir yürekle her şeye rağmen kaybetmediği soğukkanlılığıyla bir iç savaşı önlediği ızdırap dolu yıllardır.
12 Eylül 1980 sabahı pusudakiler yeterince olgunlaşan şartların neticesi ihtilâllerini yaparlar. Başbuğ Alparslan Türkeş ve Türkiye'nin komünist bir ihtilâle kurban olmasını engelleyen Ülkücü Hareket sanık sandalyesinde, idam sehpalarındadır. Mamaklar ve C5'ler bu sürecin şekillendiği mekanlardır.
Başbuğ 12 Eylül'den üç gün sonra teslim olur. Cunta tarafından tutuklanan Başbuğ, önce 1 ay Uzunada'da daha sonrada Ankara Askeri Dil Okulu'nda ve hastalandığı dönemde de Mevki Hastahanesi’nde 4,5 yıl hapis yatar. O ve 218 Ülkücünün idamı istenir, 9 Nisan 1985'de tahliye olur ve beraat eder.
Tarih 6 Eylül 1987.. Yapılan referandum neticesi diğer siyasilerle birlikte Başbuğ’a da konulan siyaset yapma yasağı kalkar ve Başbuğ Milli Ülküyü iktidar yapmak davayı kitlelere anlatmak için yine meydanlardadır.
Tarih 4 Ekim 1987.. Milliyetçi Çalışma Partisi olağanüstü kongresinde Genel Başkanlığa seçilir.
Tarih 20 Ekim 1991.. Genel seçimlerde MÇP'nin RP ve IDP ile yaptığı seçim ittifakı neticesi Yozgat milletvekili seçilir. Başbuğ, son kez T.B.M.M.dedir. Bu dönemde ülkemizi kasıp kavuran bölücü teröre karşı en etkili mücadeleyi O gerçekleştirir.
Tarih 27 Aralık 1992.. Oniki Eylül'ün kapattığı partilerin tekrar açılabilmesini sağlayan değişiklikler neticesi toplanan MHP'nin son kurultay delegeleri, MHP'nin isim ve amblemini MÇP'nin kullanabilmesine karar verirler.
Tarih 24 Ocak 1992 MÇP'nin 4. Olağanüstü kurultayı toplanır ve partinin adini MHP amblemini Üç Hilal olarak değiştirir.
Yıl 1997... tarih 4 Nisan...
0 yorum

ATATÜRK'Ün Özlü Sözleri.

Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.
------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bu millete çok şey öğretebildim ama onlara uşak olmayı bir türlü öğretemedim.
------------------------------------------------------------------------------------------
Memleketin efendisi hakiki müstahsil olan köylüdür.
---------------------------------------------------------------------------------------------
Ülkesini yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır.
0 yorum

ATATÜRK'Ün Hayatı.

ATATÜRK'ÜN HAYATI

Mustafa Kemal Atatürk 1881 yılında Selânik'te Kocakasım Mahallesi, Islâhhâne Caddesi'ndeki üç katlı pembe evde doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır. Baba tarafından dedesi Hafız Ahmet Efendi XIV-XV. yüzyıllarda Konya ve Aydın'dan Makedonya'ya yerleştirilmiş Kocacık Yörüklerindendir. Annesi Zübeyde Hanım ise Selânik yakınlarındaki Langaza kasabasına yerleşmiş eski bir Türk ailesinin kızıdır. Milis subaylığı, evkaf katipliği ve kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, 1871 yılında Zübeyde Hanım'la evlendi. Atatürk'ün beş kardeşinden dördü küçük yaşlarda öldü, sadece Makbule (Atadan) 1956 yılına değin yaşadı.
Küçük Mustafa öğrenim çağına gelince Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde öğrenime başladı, sonra babasının isteğiyle Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti. Bu sırada babasını kaybetti (1888). Bir süre Rapla Çiftliği'nde dayısının yanında kaldıktan sonra Selânik'e dönüp okulunu bitirdi. Selânik Mülkiye Rüştiyesi'ne kaydoldu. Kısa bir süre sonra 1893 yılında Askeri Rüştiye'ye girdi. Bu okulda Matematik öğretmeni Mustafa Bey adına "Kemal" i ilave etti. 1896-1899 yıllarında Manastır Askeri İdâdi'sini bitirip, İstanbul'da Harp Okulunda öğrenime başladı. 1902 yılında teğmen rütbesiyle mezun oldu., Harp Akademisi'ne devam etti. 11 Ocak 1905'te yüzbaşı rütbesiyle Akademi'yi tamamladı. 1905-1907 yılları arasında Şam'da 5. Ordu emrinde görev yaptı. 1907'de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu. Manastır'a III. Ordu'ya atandı. 19 Nisan 1909'da İstanbul'a giren Hareket Ordusu'nda Kurmay Başkanı olarak görev aldı. 1910 yılında Fransa'ya gönderildi. Picardie Manevraları'na katıldı. 1911 yılında İstanbul'da Genel Kurmay Başkanlığı emrinde çalışmaya başladı.
1911 yılında İtalyanların Trablusgarp'a hücumu ile başlayan savaşta, Mustafa Kemal bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911'de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşını kazandı. 6 Mart 1912'de Derne Komutanlığına getirildi.
Ekim 1912'de Balkan Savaşı başlayınca Mustafa Kemal Gelibolu ve Bolayır'daki birliklerle savaşa katıldı. Dimetoka ve Edirne'nin geri alınışında büyük hizmetleri görüldü. 1913 yılında Sofya Ateşemiliterliğine atandı. Bu görevde iken 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Ateşemiliterlik görevi Ocak 1915'te sona erdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemal 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağ'da görevlendirildi.
1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı'nda, Mustafa Kemal Çanakkale'de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine "Çanakkale geçilmez! " dedirtti. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazını geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen Conkbayırı'nda durdurdu. Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler 6-7 Ağustos 1915'te Arıburnu'nda tekrar taarruza geçti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9-10 Ağustos'ta Anafartalar Zaferini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos'ta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta II. Anafartalar zaferleri takip etti. Çanakkale Savaşlarında yaklaşık 253.000 şehit veren Türk ulusu onurunu İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemal'in askerlerine "Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!" emri cephenin kaderini değiştirmiştir.
Mustafa Kemal Çanakkale Savaşları'dan sonra 1916'da Edirne ve Diyarbakır'da görev aldı. 1 Nisan 1916'da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş ve Bitlis'in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep'teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917'de İstanbul'a geldi. Velihat Vahidettin Efendi'yle Almanya'ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyahatten sonra hastalandı. Viyana ve Karisbad'a giderek tedavi oldu. 15 Ağustos 1918'de Halep'e 7. Ordu Komutanı olarak döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirildi. Bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelip Harbiye Nezâreti'nde (Bakanlığında) göreve başladı.
Mondros Mütarekesi'nden sonra İtilaf Devletleri'nin Osmanlı ordularını işgale başlamaları üzerine; Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. 22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı genelgeyle "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını " ilan edip Sivas Kongresi'ni toplantıya çağırdı. 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı. 27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılandı. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Meclis ve Hükümet Başkanlığına Mustafa Kemal seçildi Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı.
Türk Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir'I işgali sırasında düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması'nı imzalayarak aralarında Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşan I. Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen milis kuvvetleriyle savaşıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurdu, Kuvâ-yi Milliye - ordu bütünleşmesini sağlayarak savaşı zaferle sonuçlandırdı.
Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Kurtuluş Savaşının önemli aşamaları şunlardır:
  • Sarıkamış (20 Eylül 1920), Kars (30 Ekim 1920) ve Gümrü'nün (7 Kasım 1920) kurtarılışı.
  • Çukurova, Gaziantep, Kahramanmaraş Şanlıurfa savunmaları (1919- 1921)
  • I. İnönü Zaferi (6 -10 Ocak 1921)
  • II. İnönü Zaferi (23 Mart-1 Nisan 1921)
  • Sakarya Zaferi (23 Ağustos-13 Eylül 1921)
  • Büyük Taarruz, Başkomutan Meydan Muhaberesi ve Büyük Zafer (26 Ağustos 9 Eylül 1922)
Sakarya Zaferinden sonra 19 Eylül 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal'e Mareşal rütbesi ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'yla sonuçlandı. Böylece Sevr Antlaşması'yla paramparça edilen, Türklere 5-6 il büyüklüğünde vatan bırakılan Türkiye toprakları üzerinde ulusal birliğe dayalı yeni Türk devletinin kurulması için hiçbir engel kalmadı.
23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu müjdelenmiştir. Meclisin Türk Kurtuluş Savaşı'nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı. 1 Kasım 1922'de hilâfet ve saltanat birbirinden ayrıldı, saltanat kaldırıldı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'yla yönetim bağları koparıldı. 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet idaresi kabul edildi, Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ekim 1923 günü İsmet İnönü tarafından Cumhuriyet'in ilk hükümeti kuruldu.
Türkiye Cumhuriyeti, "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ve "Yurtta barış cihandabarış" temelleri üzerinde yükselmeye başladı.
Atatürk Türkiye'yi "Çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak" amacıyla bir dizi devrim yaptı.
Bu devrimleri beş başlık altında toplayabiliriz:
1. Siyasal Devrimler:
  • Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)
  • Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)
  • Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)
2. Toplumsal Devrimler
  • Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934)
  • Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925)
  • Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925)
  • Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934)
  • Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934)
  • Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931)
3. Hukuk Devrimi :
  • Mecellenin kaldırılması (1924-1937)
  • Türk Medeni Kanunu ve diğer kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-1937)
4. Eğitim ve Kültür Alanındaki Devrimler:
  • Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924)
  • Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928)
  • Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932)
  • Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933)
  • Güzel sanatlarda yenilikler
5. Ekonomi Alanında Devrimler:
  • Aşârın kaldırılması
  • Çiftçinin özendirilmesi
  • Örnek çiftliklerin kurulması
  • Sanayiyi Teşvik Kanunu'nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması
  • I. ve II. Kalkınma Planları'nın (1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarla donatılması
Soyadı Kanunu gereğince, 24 Kasım 1934'de TBMM'nce Mustafa Kemal'e "Atatürk" soyadı verildi.
Atatürk, 24 Nisan 1920 ve 13 Ağustos 1923 tarihlerinde TBMM Başkanlığına seçildi. Bu başkanlık görevi, Devlet-Hükümet Başkanlığı düzeyindeydi. 29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyet ilan edildi ve Atatürk ilk cumhurbaşkanı seçildi. Anayasa gereğince dört yılda bir cumhurbaşkanlığı seçimleri yenilendi. 1927,1931, 1935 yıllarında TBMM Atatürk'ü yeniden cumhurbaşkanlığına seçti.
Atatürk sık sık yurt gezilerine çıkarak devlet çalışmalarını yerinde denetledi. İlgililere aksayan yönlerle ilgili emirler verdi. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türkiye'yi ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını, bakanlarını komutanlarını ağırladı.
15-20 Ekim 1927 tarihinde Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in kuruluşunu anlatan büyük nutkunu, 29 Ekim 1933 tarihinde de 10. Yıl Nutku'nu okudu.
Atatürk özel yaşamında sadelik içinde yaşadı. 29 Ocak 1923'de Latife Hanımla evlendi. Birçok yurt gezisine birlikte çıktılar. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürdü. Çocukları çok seven Atatürk Afet (İnan), Sabiha (Gökçen), Fikriye, Ülkü, Nebile, Rukiye, Zehra adlı kızları ve Mustafa adlı çobanı manevi evlat edindi. Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları himayesine aldı. Yaşayanlarına iyi bir gelecek hazırladı.
1937 yılında çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını da Ankara ve Bursa Belediyelerine bağışladı. Mirasından kızkardeşine, manevi evlatlarına, Türk Dil ve Tarih Kurumlarına pay ayırdı. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi çok severdi. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine aşırı ilgisi vardı. Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Sakarya adlı atıyla, köpeği Fox'a çok değer verirdi. Zengin bir kitaplık oluşturmuştu. Akşam yemeklerine devlet ve bilim adamlarını, sanatçıları davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği'ne gider, çalışmalara bizzat katılırdı.Fransızca ve Almanca biliyordu.

ATATÜRK'ÜN SON YILLARI VE ÖLÜMÜ

Atatürk'ün ilk hastalık belirtisi 1937 yılında ortaya çıktı. 1938 yılı başlarında Yalova'da bulunduğu sırada, ciddî olarak hastalandı. Buradaki tedavi olumlu sonuç verdi. Fakat tamamen iyileşmeden Ankara'ya yaptığı yorucu yolculuk, hastalığının artmasına sebep oldu. Bu tarihlerde Hatay sorununun gündemde olması da onu yormaktaydı. Hasta olmasına rağmen, Mersin ve Adana'ya geziye çıktı. Kızgın güneş altında askerî birliklerimizi teftiş edip tatbikat yaptıran Atatürk, çok yorgun düştü. Ülkü edindiği millî dava uğruna kendi sağlığını hiçe saydı. Güney seyahati hastalığının artmasına sebep oldu. 26 Mayıs'ta Ankara'ya döndükten sonra tedavi ve istirahat için İstanbul'a gitti. Doktorlar tarafından, siroz hastalığı teşhisi kondu.
Deniz havası iyi geldiği için, Savarona Yatı'nda bir süre dinlendi. Bu durumda bile ülke sorunlarıyla ilgilenmeye devam etti. İstanbul'a gelen Romanya kralı ile görüştü. Bakanlar Kurulu toplantısına başkanlık etti. 4 Temmuz 1938'de Hatay Antlaşması'nın yürürlüğe girmesi Atatürk'ü çok sevindirip moralini düzeltti. Temmuz sonlarına kadar Savarona'da kalan Atatürk'ün hastalığı ağırlaşınca Dolmabahçe Sarayı'na nakledildi. Fakat hastalığı durmadan ilerliyordu. O'nun hastalığını duyan Türk halkı, sağlığıyla ilgili haberleri heyecanla takip ediyor, bütün kalbiyle iyileşmesini diliyordu. Hastalığının ciddiyetini kavrayarak 5 Eylül 1938'de vasiyetini yazıp servetinin büyük bir kısmını Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarına bağışladı. Ekim ayı ortalarında durumu düzelir gibi oldu. Fakat, çok arzuladığı hâlde, Ankara'ya gelip cumhuriyetin on beşinci yıl dönümü törenlerine katılamadı.
29 Ekim 1938'de kahraman Türk Ordusu'na yolladığı mesaj, Başbakan Celâl Bayar tarafından okundu. "Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferlerle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu!" sözü ile Türk Ordusu'nun önemini belirtmiştir. Yine aynı mesajda "Türk vatanının ve Türk'lük camiasının şan ve şerefini, dahilî ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni, her an ifaya hazır ve amade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inan ve itimadımız vardır" diyerek Türk Ordusu'na olan güvenini belirtmiştir.
Atatürk 1 Kasım 1938'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılış töreninde de bulunamadı. Hazırladığı açılış nutkunu Başbakan Celâl Bayar okudu. Atatürk bu nutkunda ülkenin imarı, sağlık hizmetleri ve ekonomi konularındaki faaliyetleri açıkladı. Bundan başka eğitim ve kültür konularına da temas edip gençliğin millî şuurlu ve modern kültürlü olarak yetişmesi için İstanbul Üniversitesi'nin geliştirilmesi, Ankara Üniversitesi'nin tamamlanması ve Van Gölü civarında bir üniversitenin kurulması için çalışmaların yapıldığını belirtti. Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarının çalışmalarından duyduğu memnuniyeti açıkladı. Ayrıca Türk gençliğinin kültürde olduğu gibi spor sahasında da idealine ulaştırılması için Beden Terbiyesi Kanunu'nun uygulamaya konulmasından duyduğu memnuniyeti belirtti. Atatürk, ölümüne kadar memleket meselelerinden bir an olsun uzak kalmamıştı.
Atatürk'ün hastalığı tekrar şiddetlendi. 8 Kasımda sağlığıyla ilgili raporlar yayımlanmaya başlandı. Bütün memleketi tekrar derin bir üzüntü kapladı. Her Türk'ün kalbi onun kurtulması dileğiyle çarpıyordu. Ancak, kurtarılması için gösterilen çabalar sonuç vermedi ve korkulan oldu. Dolmabahçe Sarayı'nda 10 Kasım 1938 sabahı saat dokuzu beş geçe, insan için değişmez kanun, hükmünü uyguladı. Mustafa Kemal Atatürk aramızdan ayrıldı. Bu kara haberle, yalnız Türk milleti değil, bütün dünya yasa büründü. Büyük, küçük bütün devletler onun cenaze töreninde bulunmak üzere temsilciler göndererek, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusuna karşı duydukları derin saygıyı belirten mesajlar gönderdiler. 16 Kasım günü Atatürk'ün tabutu, Dolmabahçe Sarayı'nın büyük tören salonunda katafalka konuldu.
Üç gün üç gece, gözü yaşlı bir insan seli ulu önderine karşı duyduğu saygı, minnet ve bağlılığını ifade etti. Cenaze namazı 19 Kasım günü Prof. Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırıldı. On iki generalin omzunda sarayın dış kapısına çıkarılan tabut, top arabasına konularak, İstanbul halkının gözyaşları arasında Gülhane Parkı'na götürüldü. Buradan bir torpido ile Yavuz zırhlısına nakledildi. Büyük Ada açıklarına kadar, donanmamız ve törene katılmak için gelmiş olan yabancı gemilerin eşlik ettiği Yavuz zırhlısı cenazeyi İzmit'e getirdi. Burada Yavuz zırhlısından alınan cenaze, özel bir trene kondu. Atalarına son saygı görevlerini yapmak üzere toplanan halkın kalbinde derin bir üzüntü bırakarak Ankara'ya getirilmek üzere hareket edildi.
Atatürk'ün vefatı üzerine cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, bakanlar, Genelkurmay Başkanı, milletvekilleri ile ordu ve devlet ileri gelenleri tarafından karşılanan cenaze, Türkiye Büyük Mîllet Meclisi önünde hazırlanan katafalka kondu. Ankara halkı da onun cenazesi önünden saygıyla geçerek son görevini yaptı. 21 Kasım 1938 Pazartesi günü, sivil ve askerî yöneticiler ile yabancı devlet temsilcilerinin hazır bulunduğu ve on binlerce insanın katıldığı büyük bir tören yapıldı. Daha sonra Atatürk'ün tabutu katafalkta alınarak. Etnografya Müzesinde hazırlanan geçici kabre kondu. Türk milleti daha sonra, bu büyük insana lâyık, Ankara Rasattepe'de bir Anıtkabir yaptırdı. 10 Kasım 1953'te Etnografya Müzesinden alınan Atatürk'ün naaşı Anıtkabir'e getirildi. Burada yurdun her ilinden getirilmiş olan vatan topraklan ile hazırlanan ebedî istirahatgâhına yerleştirildi.

Kaynak : http://www.istanbul.gov.tr
0 yorum

Link and Search

 
Tema Yapımcısı: Hakan Bilgiseven. | Tema Ceviri |